Son on yıldan beri Alevilik üzerine çok şeyler yazılıp çizildi. Bu süreç içerisinde yoğun bir tartışmanın odak noktası haline gelen Alevilik, hemen hemen hiç gündemden düşmeden bütün yoğunluğuyla sürüp bugünlere geldi. Aleviler yeni dünyanın eforuyla karşılaşırken, o güne kadar karşılaşmadığı yep yeni sorunlarla da yüz yüze geleceklerdi. Sosyo­- ekonomik ve siyasal sorunların dışında kimlik tanımıyla da ilgili sorunlar yaşamaktadır. Çoğu zaman Alevi kimliği tanımlanırken İslamiyetle olan münasebeti temel alınmaktadır. Alevilerin gündeminde yer alan konuları sıralarsak söylemek istediğimiz daha iyi anlaşılır: Alevilik İslamın içinde mi, dışında mı? Ali’siz Alevilik mümkün müdür?Alevilik ateizm midir? Alevilik İslamın özü müdür? Vs. vs.
Alevilik gibi çağlar boyu çeşitli toplumsal olgular ışığında daima köklü bir dönüşümden geçerek bu günlere gelmiş bir inancı bütün boyutlarıyla kavramak için, için Anadolu Aleviliğinin kısa tarihine bir bakalım;
Bu evre ilişkiler ve kaynaklar bakımından oldukça zengin bir dönemdir.Orta Asya, Yakın Doğu ve İran sürekli bir çalkantı içerisindedir. Göç dalgaları ve bu toplumsal dalgalanmaların yarattığı yeni sosyo ekonomik koşullar iktidarların da sürekli el değiştirmelerine yol açıyordu. Egemenlerin uyguladığı ağır vergilendirmeler, talan ve yakıp yıkmalar insanları bezdirmekteydi. Bu ardı arkası gelmeyen göçler çeşitli millet ve kavimlerin, boyların kaynayıp karışmasına, bir kültür ve inanç kanalına dönüşmesine yolaçtı.
Uzak Doğunun köklü ve yerleşik inacı olan Budizm aracılığıyla reenkarnasyon-ruhgöçü, nirvana, karma , mükemmel insan gibi insanı mistik dünyanın içine yerleştiren inançlar yayılırken, Zerdüşlük ve Maniheizmin gibi İrani dinler aracılığıyla da ışığın ve aydınlığın kutsal olduğu inancı kitleleri etkilemekteydi. Batı da ve Anadolu’da ise Antik Çağ Yunan felsefesinin etkileri hakimdi. Özellikle Platon’un ve yeni platoncu akımın öncüsü olan Plotonius’un evren insan ve Yaratan hakkındaki felsefi düşünceleri Hristiyanlık eliyle Anadolu insanını etkileyen önemli kaynaklardır. İlk çağ doğa filozoflarının evrendeki bütün varlıkların su, ateş, yel ve topraktan meydana geldiği, evrenin bir başlangıcı ve sonu olmadığı, herşeyin sonsuz bir devir daim içerisinde olduğu düşüncesi Anadolu insanını etkilemiştir.
Orta Asyadan İran- Horasan üzeri Anadoluya akan göç dalgaları kısa sürede Bizans surlarını yıkarak Anadoluyu yeni yurtlak haline getirdi. Bu göçler uzun bir zaman dilimine yayılır ve Orta-Asyadan kopan büyük kitleler yanlarında inanç önderleri konumunda olan ve topluluğun toplumsal, ahlaki ve inançsal ihtiyaçlarına cevap veren dedeler, babalar, dervişler, şamanlarla birlikte gelirler.
Anadolu’ya gelen bu kitleler zaman içerisinde Anadolunun yerleşik halklarıyla kaynayıp karışarak, hem Anadoluya sosyal ve kültürel açıdan yeni bir çehre kazandırır, hem de süreç içerisinde Anadolulaşırlar.
Anadolu göçler öncesi Hristiyanların yaşadığı bir coğrafyaydı. Hititler, Lidyalılar, Frikyalılar, Urartular ve Bizanslar gibi köklü kültür ve medeniyetelerin izlerini taşımaktaydı. Şarabın, buğday başağının, ateşin, suyun, kısacası bütün doğanın ve doğadaki canlıların kutsallığına inanırlardi.
Anadoluda göçlerden sonra kurulan ilk devlet Selçuklu devleti olmuştur. Kısa sürede Anadoluda genişlemeye başlayan Selçuklu devleti, kırsal alanlarda yaşayan halk zümreleri üzerinde sömürü ve baskıyı yavaş yavaş artırmakta ve bir yandan da Arap ve Fars kültürünün etkisi altına girmekteydi. Merkezi devletle kırsal arasındaki çelişkilerin yoğunlaşması sonucu 1239-1240 yılları arasında bütün Anadoluyu saran bir halk hareketi patlak verdi. Bu hareketin öncüleri baba İlyas ve baba İshak adında iki derviştir. Babaların önderlik ettiği bu ayaklanmaya yüzbinlerce Alevi ve diğer alt tabakadaki ezilen zümrelerden insanlar katılmış ve Selçukluya zor anlar yaşatmışlardır. Bu ayaklanma sonunda kanla bastırılmış ve önderlerinin yanısıra binlerce derviş ve baba idam edilmişlerdir. Bu dönem Aleviliğin yavaş yavaş mayalanmaya başladığı dönemdir.
Daha önce göçler dolayısıyla doğu Türkistan ve İran’da sufiler kanalıyla İslamiyetin batını yorumuyla tanışmış olan bu insanlar, daha evvelki dinsel tecrübe ve gelenekleriyle bu yeni dinin bir sentezini yaparak Anadolu Aleviliğinin temellerini atarlar. Lokman Parende, Hacı Bektaşi Veli, Sarı Saltık, Ahi Evren,Kaygusuz Abdal, Yunus Emre, Taptuk Emre ve daha niceleri yukarıda anlatmaya çalıştığımız bir kültür ve inanç coğrafyasında ortaya çıkmışlar ve Anadolu Aleviliğinin Anadoludaki ilk gözelerini olmuşturmuşlardır. Aynı zamanda çeşitli inanç ve kültürlerin bir sentezi olan Alevilik kırsal alanda derviş ve babaların sayesinde hızla yayılırken, sünni inancı benimseyen Selçukluyla arasındaki mesafe de sürekli açılmaktaydı.
Gerek babailerin ayaklanması gerekse Moğol istilası Selçuklu devletinin sarsılmasına ve nihayetinde yıkılmasına yol açtı. Alevilik açısından baktığımızda biz bu döneme Oluşum evresi yada Alevilik Durumalışı diyoruz. Şimdi bu evreyi biraz daha yakından inceleyelim:
Aleviliğin oluşum süreci 13. yyıl ile 15.yyıl gibi ikiyüz yıllık bir zaman dilimini kapsar. Elbette Alevilik sürekli bir değişim ve gelişim çizgisi üzerinde yükselerek bugünlere gelmiştir. Ancak, bu öğreti ve inancın temelleri sözünü ettiğimiz bu iki yüzyıllık süreçte atılmıştır.
Hacı Bektaşi Veli 1240 yılında kardeşi Menteş ile birlikte Horasan üzeri Anadoluya gelir. O zamanlar Anadoluda dört çeşit derviş zümresinden bahsedilmektedir. Bunlar sırasıyla şunlardır: Horasan Erenleri, Rum Erenleri, Bacıyanı Rum ve Gaziyani Rum.
Özellikle sınr boylarına yerleştirilen göçebe kavimler inanç ve kültürde daha esnek bir yapıya sahip olduklarından dolayı yerleşik halkla kaynayıp karışma konusunda pek zorluk çekmezler. Bu yoldan yayılmaya başlarlar.
Suluca Karacahüyüğe yerleşen Hacı Bektaşi Veli kısa sürede Anadolu dervişlerinin gönlünü kazanır ve onlar tarafından büyük bir saygıyla anılır. 13.yyıl Anadolusu Kalenderiler, Hayderiler, Ahiler, Karmatiler, İsmaililer ve daha nice derviş zümreleriyle kaynamaktadır.
Usta çırak ilişkisiyle dergah eğitiminden geçen dervişler Mürşitlerinin emriyle çeşitli yörelere giderek barış, hoşgörü, paylaşım, dayanışma, kardeşlik ve sevgiyi insanlara taşımayı kendilerine bir görev olarak görmüşlerdir. Hacı Bektaşi Veli de bunlardan biridir. Anadolu erenlerinin Piridir.
Babai isyanlarından sonra da Anadolu çeşitli halk isyanlarıyla ve katliamlarla sarsılır. Şah Kulu isyanı, Kalenderi isyanı, Celali isyanları, Şeyh Bedreddin’in mürütleri olan Börklüce ve Torlak Kemal öncülüğünde başlayan isyanlar bunlardan sadece bir kaçıdır.
Bu toplumsal çalkantılar Aleviliğin yavaş yavaş şeklillenmesine ve Anadoluda önemli bir güç haline gelmesine dolaylı olarak katkıda bulunur.
Selçuklu devleti toplumsal sorunlara daha fazla yanıt veremez duruma gelir ve sonunda tarihe karışır. Onun yerini daha sonra küçük beylikler almaya başlar.
Hacı Bektaşi Veli’nin hakka yürüyüşünden sonra (1271) bir rivayete göre Abdal Musa emanetleri Kadıncık Ana’dan alır ve Hünkarın öğretisini sistemleştirerek bir tarikat haline getirir. Zaman içerisinde büyük dergahlar kurulmaya başlar ve Anadoludaki Kalenderilik, Hayderilik, Bedreddinilik, Hurifilik ve şiilik gibi sufi ve derviş akımları Bektaşilik içinde eriyerek yeni bir senteze dönüşürler.
1300 yılında Söğütte küçük bir beylik olarak kurulan Osmanlı devleti İslamiyeti kabul etmiş olsa da halen şamanizmin etkilerini taşımaktaydı. Bundan dolayı da Alevi-Bektaşi topluluklarıyla kültürel ve inançsal olarak önemli çelişkileri olmamıştır. Hatta ilk üç padişahın Bektaşiliğe sempati duydukları dahi söylenmektedir. Orhan Gazi 1363 yılında Bektaşi tekkesinin dualarınıyla Osmanlının bir nevi milisgücü olan Yeni Çeri ocağını açması da buna bir örnektir.
Kırsal alanda yarı göçebe bir hayat yaşayan Aleviler dedelik ve babalık olmak üzere, erkanda bir birinden biraz farklı yol izleyen iki kol üzerinden teşkilatlanmakta ve yayılmaktaydı. Büyük yığınları temsil eden Bektaşilik iç Anadolu başta olmak üzere Trakya-Balkanlar-Arnavutluk ve Mısır gibi geniş bir çevreye dergahlar vasıtasıyla yayılmaktaydı. Diğer ikinci kol ise ocaklar ve ocaklara bağlı dedeler tarafından ekseriyetle Doğu Anadolu’da yaygın bir örgütlenme oluşturmuşlardı.
Osmanlı devleti 15.yyıldan sonra hızla değişmeye başlar ve İranda kurulan Safavi devletinin de etkisiyle Sünni İslama tutunmaya başlar. Bu durum Aleviler açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Sadece katliamlar değil karalama ve iftiralar yüklü hüküm ve şeyhülislam fetfaları da artmaya başlar. Osmanlı devleti ilk defa Anadoluyu Alevilerden temizleme harekatına başlar. Asimilasyona yatkın olan zümreleri ise sünni tarikatlar eliyle asimile etmeye başlar.
Anadolu Alevileri 15. yüzyıllara gelindiğinde iki büyük tekkeye bağlıdırlar: Anadolu’da faaliyet gösteren Hacı Bektaş tekkesi ile Safavilerin kurduğu İrandaki Erdebil tekkesi. Her iki tekkenin de Aleviler üzerinde büyük etkisi vardır.
Erdebil’deki tekkenin süreç içerisinde bir devlete dönüşmesi sonucu ortaya çıkan Safevi devleti Şah İsmail’in hükümdarlığında günden güne büyürken Anadolu Alevileri için de bir kurtuluş umudu haline gelir. Şah İsmail ya da diğer adıyla Şah Hatai sadece bir hükümdar deği aynı zamanda Anadolu Alevilerinin büyük saygı ve sevgi duyduğu ruhani lideriydi. Aleviler onu Hz. Ali’nin yeniden bedenlenişi olarak görüyorlardı. Deyişleri, nefesleri ta Balkanlara kadar yayılmıştı. Yavuz Selim bu gelişmelerden ürkmeye başlar ve bu doğudan gelecek olan tehlikeye karşı derhal harekete geçer. Önce babası Yıldırım Beyazıt’ı daha sonra ise kardeşlerini etkisiz hale getiren Yavuz Selim Şahın karşısına dikilmek ve bu tehlikeyi durdurmak için tahta geçerek iktidarın dizginlerini elinde toplamaya başlar.
Anadolu Aleviliğini Hacı Bektaşi Veli’den sonra en çok etkileyen şahsiyet şüphesiz ki Şah İsmail olmuştur. Onun etkisi sadece kurduğu Safavi devletinin Alevilere olan yakınlığından ileri gelmez. O aynı zamanda Alevi Cemlerinin ve erkanının kurumlaşarak bugünki halini almasında da yatsınamaz bir öneme sahiptir.
Şah İsmail Emevi İslam anlayışı karşısında Ehli Beyt, 12 İmamlar ve Hz. Ali’nin yolunu ve mücadelesini sürdürmüş, onlar adına hutbeler okutmuş ve Muaviye zihniyetine karşı amansız bir mücadele başlatmıştı. Bu yüzden Anadoludaki Alevilerin hem sevgi ve muhabbet duyduğu hem de kartarıcı gözüyle baktığı bir sufi-hükümdardır. Savaşlarda milislerine oniki imamı sembol eden oniki dilimli kırmızı taç giydirdiği için Şah İsmail’in taraftarı olanlara ilk defa Kızılbaş denmiştir. Daha sonra bu isim Anadoludaki Alevilerin tümünü kapsayan bir isim haline gelir. Anadoludaki Alevi ocaklarını ‘el ele el hakka’ ilkesi etrafında örgütleyerek Mürşit, Pir, Rehber ilişkisiyle hepsini bir birine bağlar.
Şah İsmail eliyle Alevilk son şeklini alır. Erkanlar tamam olur. Toplumsal bir inanç ayini olan cemler ilk defa on iki imamları temsilen oniki hizmetler biçiminde tertiplenir, Şahın duazları, nefesleri ve deyişleri okunmaya başlar. Cemler bir ritual olmalarının yanısıra toplumun hukuksal ve geleneksel sorunlarının çözülerek, paylaşımın, hoşgörünün, sevginin ve kadın erkek eşitliğinin perçinleştirildiği bir yerdir. Bir tür hareketli meditasyon olan Semah cemlerin ayrılmaz bir parçasıdır.
Musahiplik kurumu yani yol kardeşliği de cemler kadar Aleviliğin vazgeçilmez-olmazsa olmaz kurumlarından biridir. Dört kapı kırk makam, eline-diline-beline sahip ol ilkesi, İnsani Kamil, enel hak, ruh göçü, vahdeti vücut ve vahtedi mevcut Alevi inencının önemli öğelerindendir.
Şiilik ve şiilerin mistik islam yorumları Şah İsmail’in etkisiyle Aleviliğe girmiş ve yeni bir senteze dönüşmüştür. Anadoludaki şii yayılmayı durdurmak için Yavuz Selim Anadoluda geniş çaplı bir Alevi kırımına başlar ve peşinden İrana sefere çıkar. Şah İsamil Yavuzu Çaldıranda karşılar. Fakat savaşı kaybeder ve yenilginin hüznüyle kendini yalnızlığın ve dünyaya olan ilgisizliğin kollarına bırakır.
Anadolu Aleviliğini etkilemiş diğer bir ozan-sufi ise Pir Sultan Abdaldır. İnancın ve başkaldırının ozanı olan Pir Sultan Abdal şiirleri ve mücadelesiyle toplumu derinden etkilemiş, onların gönüllerinde engin bir yer edinmiş büyük bir Alevi ozanıdır. Safevi hükümdarı Şah İsmail’in yoluna olan bağlılığından dolayı Osmanlı valisi tarafından acımasızca idam edilir. Ağır vergi ve baskılara maruz kalan Alevi toplumunun isyan etmesinden korkan Osmanlı bu büyük ozanın yanısıra birçok ozan ve dervişin varlığından korktuğu için idam ettirir.
Bir diğer nokta ise Şeyh Bedreddin olayıdır. Bilindiği gibi Şeyh Bedreddin tasavvuf inancının yanısıra bir de toplum projesi sunmaktaydı. Onun öğretisi ‘yarın yanağından gayri herşey ortaktır’ cümlesiyle özetlenebilir. Toprağın ve işleme araçlarının toplum tarafından ortaklaşa kullanılmasını ve üretimin ortak bölüşümünü savunan bu öğreti önce şeyhül İslamı daha sonra ise padişahı kızdırmış ve bunun üzerine Torlak Kemal ve Börklüce önderliğindeki bu halk harekatını kanla bastırmıştır.
16.yyıldan sonra yavaş yavaş gerileme ve çökme dönemine giren Osmanlı İmparatorluğu içte ve dışta çeşitli sıkıntılar yaşıyordu. Çöküşün getirdiği sosyo-psikolojik bunalım kutular arasında bir gerilime yolaçmaktaydı. 1826 yılında, Yeniçeri ordusu lavedilir, kalanlar ise katliamdan geçirilir. Aynı tarihte Bektaşilik yasaklanır ve Bektaşi dergahları talan edilir. Sayısız derviş ve babanın yaşamı idam sehpasında son bulur. Bu katliamın ardından sağ kalan babalar yer altına çekilerek gizli teşkilatlanmaya başlarlar.
Osmanlı İmperatorluğunun yıkılışından sonra yeni hükümetin öncülüğünde Cumhuriyet ilan edilir. Cumhuriyet Osmanlı hanedanlığıyla kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Kurulan yeni devlet halifeliği kaldırır, padişahlığa ve şeyhülislama son verir. Laik ve çağdaş, yönünü batıya dönmüş bir Cumhuriyet kısa sürede Alevilerin sempatisini kazanır. Dinsel ve kültürel baskıların azalması Alevileri rahatlatır ve bundan dolayı yeni Cumhuriyete umut bağlarlar. Ancak, bu umut kısa sürede yerini umutsuzluğa bırakır. 1924 te bektaşi dergahları kapatılır ve cemler yasaklanır. Ve nihayet Desim katliamı olur. Onbinlerce insan vahşice katledilir, kalanlar ise çeşitli bölgelere sürgüne yollanır. Aleviler açısından sonuç büyük bir hayal kırıklığı olur. Bu hayal kırıklığının yarattığı suskunluk uzun bir zaman sürer. İnanç ve ibadetlerini yine Osmanlıda olduğu gibi gizli yapmak zorunda kalırlar. Kırsal alanda yaşayan köylüler üzerindeki jandarma dipçiği hiç eksik olmadan sürer gider.
60’lı yıllarda sosyo ekonomik koşullardan dolayı kırsal alandan şehirlere yoğun bir Alevi göçü başlar. Önce şehrin kenar mahallelerinde gecekondular kurarlar. Fakat, Alevilere karşı baskı, dışlama ve karalama kampanyaları ve devletin benzeri doğrultudaki politikaları sürekli devam eder. Yüzyılların içselleşen baskı ve zulmü sonunda Alevi gençlerinin Marksist-Leninist düşünce ve ideolojiyle tanışmalarına yolaçar. Sisteme karşı duydukları tepki, nefret ve isyanlarını sol ideoloji üzerinden dile getirirler. Bir çok Alevi genci bu uğurda can verir. Bu süreç 80 li yılların sonlarına kadar devam eder. Bu arada, sosyo-ekonomik ve kültürel nedenlerden dolayı Çorum, Maraş, Malatya ve Sivas gibi illerde korkunç Alevi katliamları yaşanır.
Sivas katliamından sonra Alevilerde bu baskılara karşı toplumsal boyutta bir tepki ve kimlik arayışı başladı. Yüzlerce cemevleri ve Alevi kurumları kurarak devlete olan tepkilerini bu yoldan dile getiren Aleviler, artık hayatın her alanında kendi varlığını ortaya koymaya başlarlar. Aleviler çeşitli yönlerden estirilen yozlaştırma rüzgarlarına karşı, (geleneksel yapıları çözülmeye doğru gitse de) eninde sonunda Alevilik var olacak ve yaşayacaktır.